Ahlak, Adalet ve Bilim Üzerine
“Toplumumuzun en büyük yarası; mirasını paylaşamama yarasıdır.”
Ahlak, adalet ve bilim günlük dilde sıkça kullandığımız ve bize çok tanıdık gelen, ancak açıklamada uygulamada zorlandığımız sözcükler. Yazımızda bu kavramalarla ilgili tanımaları önceleyeceğiz. Birisi yekten bize Ahlak nedir? Adalet nedir? Bilim nedir? Bu kavramlardan ne alıyorsun, dendiğinde kala kalıyoruz. Başlıyoruz düşünmeye, cevap vermeye.
Platon, akademisinin kapısına: “Geometri Bilmeyen Bu Kapıdan Giremez.” yazısını kazıtmıştı.
Biz de bu sözden ilham alarak: “Ahlak, Adalet Ve Bilim Üzerine Yeniden Düşünmek İsteyenler Bu Kapıdan Girsin.” diyoruz.
AHLAK/TÖRE VE KILIK
Bu kavramların ağırlıklı olarak sözlük anlamları üzerinde durulacaktır.
Sözlük anlamıyla Ahlak kelimesi Arapça hulk kelimesinin çoğuludur. En geniş anlamıyla Ahlak; yaradılış, huy, mizaç, tavır, seciye, tabiat, karakter, ruhi durumlar, kalbi, vicdani, akli ve nefsi melekeleri içerinde barındıran bir kavramdır.
Terim olarak Ahlak: nefiste (ruhta)köklü bir şekilde yerleşip kendisinden fiil ve davranışların, tekrar tekrar düşünmeye, zorlamaya ihtiyaç duymadan kolaylıkla meydana gelmesi ve istikrar kazanmasıdır.
Geniş anlamıyla terim olarak Ahlâk: “Bir kültür çevresi içinde kabul görmüş, belirlenmiş ve tanımlanmış değerler manzumesi ve amaçlarla, bu değerlerin nasıl yaşatılacaklarını, söz konusu amaçlara nasıl ulaşılacağını ortaya koyan kurallar öbeği veya bir insan topluluğun belli bir tarihsel dönem boyunca, belli türden inanç, emir, yasak, norm ve değerlere göre düzenlenmiş ve söz konusu düzenlemeye bağlı olarak töreleşmiş, gelenekleşmiş yaşama biçimi diye tanımlanabilir.
Bir tanımda da Ahlâk; insanın huyunu, davranışlarını ve yaşantıdaki adetlerini konu edinir. Konu edinmekle kalmaz değerler kazanması için insanlık bilincini açık ifadeyle saygıya değer, eşit, bağımsız ve özerk bir kişilik kazanmasını, söz ve davranışlarında adil, onurlu, tarafsız ve dürüst olmasını da içerir. (Mengüşoğlu, 1983, s. 285).
Bu tanımlar bizi toplumla uyum içerisinde yaşamak için ahlaka, adalete ve hukuka götürür. Ahlaki değeler adalet duygusunu besler ve hukuki değerlerin öncüsü ve besleyicisi görevini üstlenir.
Ahlak tarihlerinde ahlak değer açısından; iyi/güzel ahlak/ahlak-ı hamide, kötü/çirkin ahlak/ahlak-ı zemime olarak ikiye ayrılır. Yine ahlakı; nazari ahlak ve ameli ahlak olarak ikiye ayırmışlardır.
Nazari ahlak ahlakın teorik yanını, ameli ahlak ahlakın uygulamalı yanını açıklamaktır.
Bilginler ahlak ilmine “vazife ilmi”, hikmet-i ameliye/ uygulamalı felsefe, edep ilmi, tıbb-ı ruhani/ruh sağlığı bilgisi adını da vermişlerdir.
TÖRE
Töre kavramını neden ahlak yerine kullanmıyoruz?
Sözlükte, Töre: Bir toplumdaki ahlaki davranış biçimleri; adap.
Bir toplulukta benimsenmiş, yerleşmiş davranış ve yaşam biçimlerinin, kuralların, görenek ve geleneklerin, ortaklaşa alışkanlıkların, tutulan yolların tümü, âdet, ayin.
Dar anlamıyla, bir toplulukta ahlaksal davranış biçimleri.
Törel; töreye uygun olan, Töre ile ilgili olan.
Törellik; Topluluk yaşamını, insan davranışlarını düzenleyerek insanların birbirlerine ve topluma karşı ödevlerini belirleyen kural ve ölçüler bütünü.”
Türklerde töre, ahlakın ikiye ayrıldığı gibi erdemli/iyi ve erdemsiz/kötü töre olarak ikiye ayrılmaktadır.
Erdemli törenin değişmez ilkeleri könilik (adalet), uz’luk (iyilik, faydalılık), Tüz’lük (eşitlik) ve kişilik (insanlık üniversellik)’tir.
Yine Töre; siyasî, ahlakî, hukukî, sosyolojik, dinî yönü olan bir kavramdır. Türk töresi Türk hikmetine dayanmaktadır. Hikmet, kolektif tefekkürün en yüksek eseridir. Kolektif tefekkürün aklîleşerek hikmet haline gelmesi onun artık kendine has bir felsefe, bir dünya görüşü yaratabilecek rasyonel değer kazandığını ifade eder. Hukuksal töreden başka, dinsel ve ahlaksal töreler de vardır. Öyleyse Türk Töresi, eski Türklere atalarından kalan bütün kuralların toplamıdır.”
Bu tanımlar törenin fert ve aile ahlakının anlamlarını içerdiği gibi devlet terbiyesini ve adabını, devlet ahlakını ve devlet teamüllerini de içerisine almaktadır.
Türkler devletlerini töre ile kurdular ve töreye göre yönettiler. İngilizler anayasasız, teamüllerle devlet yönetim biçimini Türklerden öğrenmişlerdir.
Erzurum yöresinde bir insanın ahlaklı olup olmadığı birisine sorulduğunda, eğer iyi ahlaklı ise töreli bir insan, yok eğer kötü ahlaklıysa, töresiz birisidir denir.
Büyüklerimiz yemek yerken töreli ye, otururken töreli otur diye ikaz ederler. En iyi tavsiyeleri: “Töreli bir insan ol.” Hayırlı bir işi yapacaklarsa: “Yol kalkar, töre kalkmaz,” derler.
Töre sözcüğü zaman zaman ülkemizde cinayetle beraber “töre cinayeti” olarak hatalı kullanılıyor. “Hukuk ve ahlak cinayeti” demediğimiz gibi “töre cinayeti” de denemez. Cinayet erdemler adına kullanılamaz. Cinayet hukukun, ahlakın ve adaletin hem ruhuna hem de lafzına aykırıdır.
KILIK
Türkçede töre gibi kılık sözcüğü de ahlak anlamınadır.
Divan-ü Lügat-it Türk de Kılık; gidiş, hal ve hareket, halkla geçiniş, insanlarla muaşeret, huy, I,382.
Er kılıkı tedrüldi: Adamın huyu kötüleşti.
Edgü Kılınç; iyi ahlak. Zıddına da kılınç: fena huy denir.
Kılınç: Öküş kılınçlanma; çok kırışma, çok nazlanma.
Kılık: huy, gidiş. Kılın: tavır takınmak, kadın nazlanmak, yapılmak, kılınmak. İşlenmek.
Türkçe kılık sözcüğü II. Mahmut’un 1826’da çıkardığı “Kılık Kıyafet Kanununda” yer almıştır. Bu yasada kılıktan kasıt; insanın yaratılışından gelen iyi ya da kötü özelliklere, huya, karaktere, ahlaka sahip olması. Kıyafet daha çok dışa ait dış görüntüdür. Devlet, yurttaşının hem öze ait iyi ahlak sahibi olmasını hem de ahlak uygun davranmasını, giysisinin temiz ve düzenli olmasını istemektedir.
Günlük dilde ahlaken zayıf karakterli insanlara kılıksız, geçimsiz ve huysuz denmektedir. Dağınık ve perişan olan insana ise Farsça pejmürde denmektedir.
Batı dillerinde ahlak felsefesi anlamında etik sözcüğü 1952’dan itibaren ülkemizde kullanılmaya başlandı. Uygulamalı ahlak moral kelimesi ise Osmanlı son dönem ahlakçıları tarafından Türkçeye ahlak olarak çevrildi. “Moralim çok bozuk”, “moralsizim”, “moralinizi yüksek tutun” gibi ifadeler kullanılmaktadır. Her ne hikmetse ahlak, moral ve etik sözcükleri anlamında Türkçe töre ve kılık sözcükleri varken sanki bizim dilimizin sözcüğü değil de yabancı dile ait sözcükmüş gibi kullanmıyoruz. Sonra da Türkçe bilim dili mi diye serzenişte buluyoruz.
ADALET
Arapça adl kökünden (eşitlik)den Adalet; denge, deveye yükletilen iki yük arasında denge, eşitlik durumu sağlama. Adalet terazisi bu anlayıştan mülhem tartanla tartılan, ölçeğe vurulanla ölçen arasında denge, eşitlik anlamındadır.
Bugün adalet sözcüğünü ifade etmek için; bir kadının her iki gözü bağlanarak elinde teraziyi tutması somut, arkasındaki anlam ise soyut ifadedir.
Türkçe adalet sözcüğünün karşılığı; tüze, doğruluk, hukuktur.
Tüze: düz, doğru, halk, ulus, topluluk. Tüzel, tüzelkişi, tüzük bu kökten gelir.
Adalet sözlükte; “Yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması, türe. Hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme. Bu işi uygulayan, yerine getiren devlet kuruluşları. Herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı verme, doğruluk.”
Adalet sözcüğü; töre, türe, tüze ve hak anlamındadır.
Tarihimizde önemli bilgi kaynaklarımızdan olan Adaletnâme ve Siyasetnâme gibi eserlerde Adalet: Halkın üzerinden zulmü gidermek, kuvvetlinin zayıfı ezmesine meydan vermemek, halkın can ve malını emniyette bulundurmaktır. Yine adalet, haklıya hakkını, suçluya cezasını vermek ya da hak edene hak ettiği kadar vermek. Adalet olan yerde zulüm, zulmün olduğu yerde adalet olmaz.”
İbn Miskeveyh (932-1030)’e göre Adalet: “İnsanda akıl, şehvet ve gazap dengesi kurulması ile adalet oluşur. Şehvet ve gazap aklı devre dışı bırakırsa insan tam bir hayvanlık hâlini, yırtıcılık hâlini, hak ve hukuka saldırma, onu yok etme hâlini alır. Şerefine ve hakkına saldırıda suskun kalması hâlinde de adaletsizlik oluşur. Bu nedenle adalet tam ve bütün bir erdemdir. Adaletsizlik de tam ve bütün bir kötülüktür. Dolayısıyla adalet tam, doğru, orta ve güzel olandır.
Adaletli insan kimdir? İnsaflı, hakka saygılı olan adaletli kimsedir.”
Nısıf (dan) insaf; yarım demektir. İnsaflı insan; vicdana, mantığa ve akla uygun yarı payına razı olandır. Kişinin iş ortaklığında, kardeşleriyle miras paylaşımında adil ve insaf sahibi olup olmadığı ortaya çıkar. Toplumumuzun en büyük yarası; mirasını paylaşamama yarasıdır.
Farabi (870-950)’ye göre iki türlü adalet tanımı vardır. “Biri insanın insana karşı yani ferdin adalet anlayışı, diğeri devletin yurttaşlarına karşı adalet anlayışı. İnsanın insana karşı adalet anlayışı, bireyin her hâlükârda başkalarına karşı faziletli davranmasıdır.”
Burada vicdan önemli bir görev üstlenir. Bizce bu anlayışı daha iyi ifade eden Nahl/90 ayetidir: “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”
“Bir de devletin kurumlarıyla ve zihniyetiyle uygulaması gereken adalet anlayışı vardır. Devlete göre adalet, yurttaşların doğal hakkı olan güven, servet, şeref, rütbe ve diğer erdemleri aralarında paylaştırması ve güvence altına almasıdır. Çünkü yurttaşların her birisinin hak ettiğine eşit ölçüde, iyi şeylerden payı vardır. Adaletsizlik ise bu faziletlerin az ya da çok olarak pay edilmiş olanın elinden alınması ya da korunmamasıdır. Yapılan her adaletsizlik uygun bir ceza ile karşılık bulmalıdır. Adaletsizlik yapana, yaptığı adaletsizliğe eşit bir kötülükle karşılık verildiğinde, adalet sağlanmış olur. Adaletsizlik çoğu kez ya kamu ya da bireyler adına yapılır.”
Bu anlayışa örnek sanırım Maide/8 ayeti uygun düşmektedir: “Ey iman edenler! Adalet ve dürüstlüğün tanıkları olarak Allah için kollayıp gözetleyenler olun! Bir topluluğun çirkinlik ve kötülüğü sizi adaletsiz davranmaya asla itmesin. Adaletli olun! Bu, takvaya/korunup sakınmaya daha uygundur. Allah’tan sakının. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”
Osmanlı Devleti’nde “Kanuni” lakabını ve sıfatını alan Sultan Süleyman’dır. Bu, tarihimizde iftihar edeceğimiz bir durumdur. Adalet bu kadar önemsenmiştir. Sultanların “Adalet Köşkü” yaptırmalarına neden, divana açılan pencere arkasından davalar görülürken, davaları dinleyerek otorite sahiplerinin halkı adalet adına ezmesini önlemesi ve ülkede adalete olan güveni sağlamasıydı. Beylerbeyi Sarayı Mavi Salon tavanına adaletle ilgili nakşedilmiş 6 beyitlik şiir bize bu ruhu, zihniyeti vermektedir.
Adalet bir muallâ hânedir kim şehnişînânı Hemîşe gülşen-i ilhâm u tevfikata nazırdır.
Adalet öyle yüce bir yerdir ki, pencereleri her zaman ilham bahçesine ve Allah’ın yardımına bakmaktadır.
Kulub-ı dadhanan adl ile abad olur ancak Ki tahkim-i esas-ı devlet ol merkezde dairdir.
Hâkimlerin, dilek sahiplerinin kalpleri ancak adalet ile şenlenir. Ki devletin esas hükmü (kararı) o merkezde döner.
Bünyan-ı hükümet ki adalet temelidir. Beytü’ş-şerefi saltanata hatt-ı celidir.
Hükumet binası adaletin temelidir. Saltanatın şerefli evi o adaletin yüce çizgisidir. (Uygulandığı yerdir).
Mülkü ma’mur kılar aynı bina-yı mersus. Hükm-i mensus ile ahkâm-ı nizam-ı mahsus.
Birbirine kenetlenmiş, birbirine bağlanmış sağlam yapılar ülkeyi, mülkü nasıl mamur kılarsa, Nas ile sabit edilmiş özel hükümler, yasalar ile de nizam ve düzen sağlanır.
Ahkâm-ı adaletdir eden âlemi ma’mur. Adl olmasa âdem olamaz kevnde mesrur.
İnsanlığı mutlu eden, yücelten adaletin hükümleridir. Eğer adalet olmazsa insan bu âlemde mutlu olamaz.
Akil denir ol zat ki adl ide hemişe Havf-ı Hak ola nefsine endişe vü pişe.
O insana akıllı derler ki, nefsinde fikir ve düşüncesinde her zaman Allah korkusu ola.
Evet, bu mısraları vicdanının sesine uyarak çekinmeden yazan ve uygulayanlar insanlığa örnek şahsiyetlerdir.
Rahmetli Prof. Dr. Mustafa Akdağ, “Türk Adalet Örgütü gerek Selçuk oğulları Türkiye’si ve gerekse Osmanoğulları devri İmparatorluk Türkiye’sinin siyasi hayatındaki sağlamlık ve devamlılığın belkemiğini teşkil eder.” demektedir.
Koçi Bey (Ö. 1650)’in de Risalesinde belirttiği ve uyarılarda bulunduğu gibi, Osmanlı Devleti tüm çabalarına rağmen adaleti yeterince sürdüremediği ve tesis edemediği için yıkıma adım adım yaklaşır. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başbakanlar zaman zaman padişahlara verdikleri layihalarda (herhangi bir konuda bir görüşü dile getiren yazılarda) adalet kurumunu kuvvetlendirmek gerektiğini belirtir.
Başbakan Sait Halim Paşa 1879’da II. Abdülhamid’e şöyle yazıyordu: “Devletin gerilemesi, adaletin ve uygulanmasındaki gevşeklikten ileri gelmiştir. Hıristiyan tebaa arasındaki hoşnutsuzluk da aynı sebeptendir… Haricin müdahaleleri de yine adaletsizliktir. Tebaanın hoşnutsuzluğunu ortadan kaldırmak adalet ile mümkündür. Mahkemelerin düzenli olarak işler hale getirilmesi ilk yapılacak iştir. Hâkimler bilgili ve doğru olmalı, mahkemelerde istikrar sağlanmalıdır.”
Sait Halim Paşa layiha vermekle kalmadı, adalet kurumunda ve zihniyetinde reformlar yaptı. Hedefi, yargı erkini yürütmenin etkisinden kurtarıp bağımsız duruma getirmek, yabancıların adalet mekanizmasına olan dışarıdan müdahalelerini önlemek ve yargı güvencesini sağlamaya çalışmaktı. Bu çırpınışlar devlet memurlarının görevi siyasi etki altında kötüye kullanmalarına, mahkemelerin bağımsızlığını sağlamaya yetmedi. Bu uygulamaların olmaması için adil bir denetimin olması gerekirdi. Oysa meşrutiyet yönetimi olmadan millî şairimiz Mehmet Akif’in İstibdât şiirinde ortay koyduğu gibi mümkün değildi. Çünkü o dönemde meşrutiyet, hürriyet ve Türk kelimesini telaffuz etmek dahi suç sayılmaktaydı. II. Meşrutiyet (1908) hürriyet, adalet, eşitlik ve kardeşlik ilkeleriyle kendisini ifade etme fırsatı buldu. Asırlık Türk devleti üzerine akıl yürüten herkes geçmişinden ders almadan şimdi ve gelecekte adaleti sağlamadan ve adaleti ayakta tutmadan devletin çökmeyeceğini düşünüyorsa aklen ve vicdanen büyük hata yapıyor demektir.
Aksakallı bilgelerimiz şöyle demişlerdir: “Devlet küfürle ayakta kalır ancak adaletsizlikle, zulümle ayakta kalamaz.”
BİLİM/İLİM/BİLGELİK
Açıklama sırası ahlak, adalet kavramalarından sonra bilim kavramına geldi.
Kime bilim insanı denir?
Batı “Bilim Tarihi” kitaplarında bilim yapan bilimcilere ne ad verilirdi? Batı dillerinde “bilim” kelimesi “bilgi” anlamında Latince “scientia” dan gelmektedir. Tarihi süreçte Türkçe ifadeleriyle şu adlandırmalar yapılmaktaydı: “Felsefe ve felsefeci”, “filozof”, “teolog” “Tanrı bilimcisi” “doğa bilgisi”, “doğa felsefesi”, “doğa felsefecisi,” “fizik”, fizikçi”, “fizik bilgini” “matematikçi”, “tıpçı-doktor”, “kimyacı”, “biyolog”, “dişçi”, “bilimci”, “bilgi adamı”, “yeni bilim”, “modern bilim”, “bilim devrim”, “bilim insanı”, “insan bilimleri,” “ideal bilimler”, “reel bilimler” gibi sözcükler kullanılmaktadır.
Bizde de “bilgi”, “bilgiç”, “bilgin”, “bilge”, “ilim”, “âlim”, “allame” “filozof”, “hakîm”, “hekim” kullanılırdı.
Ancak Batıdaki kullanılan sözcükler şimdi bizde de aynen kullanılır oldu.
İlim sözcüğünü Farabi “İlimlerin Sayımı” adlı eserinde beşe ayırdı: 1-Dil ilmi, 2-Mantık ilmi, 3-Matematik ilimleri: (Aritmetik, Geometri, Optik, Astronomi, Müzik, Ağırlık, Tedbirler ilimleri), 4- Tabiat ilmi ile İlahiyat ilmi ve 5- Medeni ilim, Fıkıh (Hukuk), Kelam (Teoloji).
Prof. Dr. Esin Kâhya Bilimsel Yönteme Tarihsel Bir Bakış başlıklı çalışmasında:
“Bilim: Latince scientia (bilgi) sözcüğünden türetilmiştir; gözlemlenebilir fiziksel kanıtlarla doğanın ve doğal olayların işleyişini anlamak ve anlaşılır kılmak için yapılan düzenlenmiş insani çabayı ifade eder. Bu işlem, doğal olayların doğrudan gözlemlenmesiyle ve doğal olayların kontrollü ortamlarda tekrarlanarak denenmesiyle yürütülebilir.”
Prof. Dr. Samih Bayrakçeken Bilimin Doğası makalesinde William F. McComas’tan alıntı yaparak:
“Bilim: Doğal dünyayla ilgili soruları cevaplamak üzere bilimsel araştırma yöntemlerini kullanarak herkesin irdelemesine açık geçerli ve güvenilir genellemeler ve açıklamalar ortaya koyma etkinliğidir.”
Yine Albert Einstein’a göre: “Bilim, her türlü düzenden yoksun duyu verileri (algılar) ile mantıksal olarak düzenli düşünme arasında uygunluk sağlama çabasıdır.”
Dawıd Wootton, Bilimin İcadı adlı eserinde şu hükmü verir: şimdi Batı’da “bilim” den anlaşılan “doğa bilimidir.”
Biz de ise İlim: Bilgi, özellikle teorik bilgi, bilim. [Kutadgu Bilig, 1069] Olar ˁilmi boldı buḏunka yula [onların ilmi millete ışık oldu].
İbn Sina’ya göre ilim: Mevcudatın varlığına ve onlardan her birinin ne ve nasıl olduğuna dair temel öncülleri tümel, zorunlu (zarurî), doğru önermelerden elde edilen burhanlar/kanıtlar vasıtasıyla elde ederek nefiste yakînin/kesin ve sağlam bilginin oluşmasıdır.
Colin A.Ronan çağlar boyunca bilim insanının bilim yolculuğunda istenen ve aranan birisi olduğunu belirtir: “Bilim, büyük bir entelektüel maceradır. Bilim yapmak için, gözlemler neticesinde elde edilen delillere dayalı, sıkı bir disiplin ile şekillenmiş canlı ve yaratıcı bir hayal gücü gerekir. Doğaya bilim yoluyla meydan okuyabilecek kadar gelişmiş her medeniyette, bilim en iyi beyinleri kendine çekmiştir.”
Bu anlayışı destekleyen Miladi 856 yılında Rey kentinde doğup, devlet başkanının özel hekimi ve Rey hastanesinde başhekim olarak görev yapan Ebu Bekir Razi’dir. O, “Hekimlik Ahlakı” eserinde devlet başkanları ile ilişkilerde uyarıda bulunmaktadır: “Hekim kendini oyun ve eğlenceden uzak tutmalıdır. Hekim her konuyu bilemez, tedavi edilmesi zor hastalıklar hakkında çaresiz kalabilir, öğrencileri kendisinden çok fazla bilgi isteye bilir. Onun için araştırmasını sürekli kılmalıdır. Hekim hastasının sırdaşı olmalıdır. Devlet başkanı ve halktan hastalar hekimlere güzel sözlerle iltifat etmelidirler. Emir cümleleri kullanmamalıdır. Hekim kendini beğenmiş kibirli olmamalı, alçak gönüllü olmalıdır. O, bilgisinin sınırlarını bildiğinden Allah’a güvenmelidir, hastasının tedavi sürecinde ilaç ve gıda konusunda kontrolleri yapmalıdır. İlaç verdikten sonra hemen hastasının yanından ayrılmamalıdır. Hastası her türlü sonuçları söylemelidir. Devlet başkanlarını tedavisinde şurup ve herhangi bir ilacı bizzat kendisi verdiğinde önce kendisi tatmalıdır ki güven ve töhmet altında kalınmasın. Hekimle hasta arasında aracı olmamalı, hekim doğrudan hastasıyla ilgilenmelidir. Hekim, hükümdarın meclisinde ve hastalarının yanında içki içip sarhoş olup bakamaz duruma gelmemesi için içmemelidir. Ancak bağımsız olarak kendisi içmek isterse, sağlığını bozmayacak kadar veya bir hastalığa karşı yeterince içmelidir. Damardan kan alınacaksa bütün tetkiklerden sonra kan alınmalıdır. Hasta denek olarak kullanılmamalıdır. Değerli hekim Galen: “Tıp sanatı alanında benimle istişare eden herkese denekle tedaviyi yasaklıyorum.” Hekim Hipokrat da: “Ömür kısa, tıp sanatı geniş, zaman çabuk geçiyor, denek tehlikeli.” Yine Razi sahte hekimlerden sakınılması salık veriri. Tıpta kehanet yoktur. Hâkim ve hekim sözcükleri aynı kökten gelen sözcüklerdir. Bu kelimeler Allahlın isimlerindendir. Hekimlik sanatını icra eden insan çok değerlidir
SONUÇ
Bilgi bilen ey begim
Bilgi sana eş olur
Bilgi bilen insana
Bir gün devlet yar olur
İnsanın dünyada varlığı tanımasına neden olan bilgi ve bilinç eski Uygur Türkçesinde şöyle ifade edilir:
“1-Köz bilig, göz bilgisi.”2- “Kulgak bilig, kulak bilgisi.”3- “Burun bilig, burun bilgisi.” 4- “Til bilig, dil bilgisi.” 5- Etüz bilig, beden bilgisi.” 6-Köngül bilig, gönül bilgisi, şuur.” = “Bilge bilig, hikmet.” =” Yaruk bilig, aydın, parlak bilgi.” 7- “Adra bilig, ayırt etme bilgisi.”
Bu bilgiler bilgeliğe dönüşmelidir.
Carl Sagan Karanlık Bir Dünyada Mum Işığı adlı eserinde dediği gibi: Bilim ahlaktan yoksun teknoloji uzmanlarının ve güç delisi, kokuşmuş siyasetçilerin eline çok fazla güç verdiği sonucuna kolayca varıp bilimden kurtulmaya kalkışamayız. Bilime muhtacız. Bilimi iki yanı keskin bir kılıç gibi düşünmek gerekir. Hem bilim insanına hem de siyasetçilere sorumluluk yüklemektedir. İzlenecek en iyi yol bilimi, bilimin yöntemini kullanarak insanları basın ve iletişim araçları, reklamlar yoluyla inandıran sahte bilimden ve batıl inançlardan temizleyerek olabildiğince iyi kullanmak. Ancak gerçek bilimle sahte bilimi ayırt etmek herkesin sorumluluğundadır.
Albert Einstein Dünyamıza Bakış adlı eserinde: “İnsana bir uzmanlık öğretmek yetmez. Bununla insan, doğrusunu isterseniz, işe yarar bir makine olur, ama, tam, eksiksiz bir kişilik kazanamaz. Elde edilmeğe değer bir şeye coşkunlukla yönelmesi gerekir onun. Bir güzellik ve ahlakça iyilik duygusu edinmelidir. Yoksa, insan uzmanlık bilgileriyle, dengeli bir biçimde gelişmiş bir insandan çok, iyi eğitilmiş bir köpeğe benzer.”
Bertrant Russell’da (Akataran Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi). “Bilgelikle birleşmeyen kudret tehlikelidir ve çağımız için gerekli olan şey de bilgiden çok bilgeliktir. Bilgelikle birleştiğinde bilimin sağladığı kudret tüm insanlığa büyük ölçüde refah ve mutluluk getirebilir; bilgelikten yoksun bilim ise yalnızca yıkıma yol açabilir.”
İnsanlığın hayat yolculuğunda amacı: BİLGİDEN BİLİME, BİLİMDEN AHLAKA, AHLAKTAN HUKUKA VE NİHAYET BİLGELİĞE ULAŞMAK OLMALIDIR.
Akademik Akıl yazarlarından Prof. Dr. Zübeyir Saltuklu‘nun köşe yazısı;
İlk yorum yazan siz olun.