Ağzımızın Tadı Bozulmasın
Toplumsal barışın temeli güven, adalet ve saygıdır. Bu sac ayağı kurulduğunda toplum kendisine ait sistemi kurar. Güven; ahlak, Allah’tan sakınma ve kutsal değerlerle olur. Adalet ise, ahlak ve kanunlar olur. Saygı; eğitim ve sevgi ile temessül eder. İnsanlık tarihi hep bunları aradı. Tarih aslında insanların neyi nasıl yaptıklarını anlatmıyor mu? İnsanın insana saygısının olduğu toplumlar barışmış toplum olur. Barışmış toplum barışık insanlardan oluşur.
Toplum düzeni ortak payda ile şekillenir. Ait olunan değerler ait olunmayan dünyanın dışında kalmayı gerektirir. Güce değil adalete boyun eğenler barışı esas alır. Ana ve ortak değerler hep “barışmış toplum” a götürür. Barışmış toplum derken öncesinde kavgalı bir toplum var mıydı? Sorusu akla gelir. Tarihte hep sükûnet kavgalardan sonra gelir. O sebeple “barışmış toplum” diyoruz. Toplumun kalabalıktan farkı da budur.
Siyasal ve ekonomik birliktelik toplumsal barışa katkı sağlar ama yukarıdaki çerçeveden bakıldığında yeterli olmaz. Aidiyet hissi barışmış toplum için vazgeçilmezdir. “Ağız tadı” deyimi,
“Allah ağzımızın tadını bozmasın” temennisi esasen bunu ifade eden ne kadar naif bir deyimdir. Örneğin, tesettür konusunda toplumsal bir barış sağlanmışken bunu bozmaya yönelik tutum ve davranışlardan kaçınmak gerekir.
Toplumsal barışın temini için göçmenlerin toplumumuz ile kaynaşması icap eder. Bu gerçekleşmemişse ülkelerine gönderilmesi en makul ve makbul çözüm olacaktır. Sadece İslam üzerinden farklı unsurların kaynaşması söz konusu olamamaktadır. Dil, kültür gibi unsurlar çok önemlidir. Tarihlerinde savaş, ihanet gibi ağır travmalar olan toplumların barış içinde yaşamaları zordur.
Yahut çok uzun yıllar gerektirir. Dünyayı yaşanabilir kılan da yaşanamaz kılan da biz insanlarız. Gazze, Filistin ve Doğu Türkistan gibi coğrafyaların mazlumları için dünya herhalde çekilmez bir yerdir. Dünyayı büyük aile görmek icap eder. Nerede bir mazlum varsa yüreğimiz orada sızlamalıdır.
Kültür ve dil farkı olsa da toplumumuzun parçası olan tüm insanlarımıza sevgi ve saygı ile yaklaşmalıyız. Ne yapıp edip ahlakı, adaleti, saygı ve sevgiyi ve güveni egemen kılmalıyız. Aksi halde kendimizi imha ederiz. Tüm İslam memleketlerinde şu yukarıdakilerin eksikliğini iliklerimize kadar hissetmiyor muyuz? Bu değerlerin bir an aksini düşünelim:
Ahlak X Tefessüh
Adalet X Zulüm
Saygı X Saygısızlık
Sevgi X Nefret
Güven X Güvensizlik/Korkaklık/Endişe/Kuşku. Bunlar toplumu imha eder. Ağır ağır içten kemirir ve tüketir.
Toplumsal barışın önündeki en önemli engelleri ifade edecek olursak esasen değerler sisteminde olduğunu görürüz. Toplumda değer yargıları arasında uçurum varsa toplumun bireylerinin huzurlu yaşamaları zordur.
Günümüz Türkiye’sinde ne yazık ki bunun çokça örneğini görmekteyiz. Batı tarzı bir yaşam biçimini benimseyen değerler hiyerarşisinde bir uyumun olmadığı çelişkiler içinde bir hayat…Diğer taraftan aşırı muhafazakâr olup, yeniliklere kapalı bir hayat…İtidalin sağlanabildiği ortamlarda huzur olup hep…
Toplumsal barış için siyasi görüş farklılıklarını akraba, aile ve arkadaş ortamlarında konu edilse bile sorun etmemek gerekir. Bu gereksiz anlaşmazlıklardan karşıt partiyi eleştirenlere, taraftarların bağnaz ve sert biçimde karşılık vermeleri de kabul edilemez. Aynı şekilde dinî yorum farklılıklarını da anlaşmazlık ve kavga konusu yapmanın kimseye faydası yoktur.
Bu vesile ile yazılı ve görsel medyada dinî konulardaki kıyasıya tartışmaların hem tartışanlara hem de dinleyen halka hiçbir faydası yoktur. Bilakis halka zararı çoktur. Zira bu ilim insanlarının üsluplarını da sertleştirerek canlı yayınlarda çatışmaları yanlış anlamalara ve dinî konularda, o konuları bilmeyen halk kesimlerinde tereddütler oluşturduğunu da unutmamalıyız.
Reyting uğruna yapılan tartışmalarda halk esasen ister istemez taraf tutar hale gelmektedir. Diğer taraftan bir konuyu bilen kişi ile bilmeyenin de tartışmasına şahit oluyoruz. Bu bağlamda da İmam A’zam Ebû Hanîfe’nin şu sözünü hatırlamamız gerekiyor: “Cahillerle yaptığım her tartışmayı kaybettim”. Bu noktada kendimize çeki düzen vermeliyiz.
1980 öncesinin dağdağalı siyasi ikliminde çocukluk yıllarını yaşamış bir kişi olarak şunu gördüm: Birbirlerine siyasi görüş farklılığı sebebiyle hasım olup silah çeken hısımlar yıllar sonra yaptıklarının anlamsızlığını itiraf etmişlerdir.
Yine merhum siyasetçilerden birisi “Meclis kürsüsüne çıkıp birbirlerine atıp tutan, hakaret eden vekillerin daha sonra meclis lokantasında karşılıklı güle oynaya yemek yediğini görseydiniz, tanıdıklarınızla siyasi tartışmalara asla girmezdiniz” demişti. Bundan apolitik olmak anlamı çıkmamalıdır. Sadece günlük siyasi tartışmalara mesafeli olmayı kastediyoruz.
Toplumsal barış, “Modern hayatın, çevrenin, ideolojilerin dayattığı doğru/yanlış yargılarını bir kenara koyarak “Allah ve Resulü bu konuda ne buyuruyor? Diye sorabilme cesaretini ömür boyu göstermekle gerçekleşebilir.
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden ya hayır söylesin ya da sussun” diyen Hz. Peygamber’in bu hadisini bir ömür boyu hayat düstûru yapanlar toplumsal barışa müthiş derece katkı sağlarlar. Öyle ki kendileri bile ne kadar faydalı bir iş yaptıklarına hayret ederler. Diğer taraftan toplumsal barış, akıl ve bilim yolundan gitmekle sağlanabilir. Dinin dışlanması, dinini ve inancını yaşamaya çalışanların dışlanması da toplumsal barışı tehdit eder.
Katliam ve cinayetlerin yaygınlaştığı yaşlı dünyamızda insanî değerleri öne çıkaracak insanlara, bilim insanlarına, önderlere ihtiyaç var. Başarı artık sadece rakamlarla ifade edilir hale geldi. Böyle olmamalı…
Sayısal verilerin başarıyı ve gayreti ifade ettiği bir toplumda ve dünyada insanî niteliklerin ve sosyal davranışların değersizleştiğini görmekteyiz. Oysa ki Güleryüz de bir puandır.
Bir ihtiyaç sahibinin elinden tutmak da puandır. Bunlar indekslere girmiyor diye önemsemeyecek miyiz? İlla her şey puan, her şey paradan mı ibaret? Bunların başarı ölçütü olduğu dünyada hep stres, hep hüzün ve mutsuzluk var. İnsanlar eskiye göre daha iyi imkânlara sahipler, daha konforlu yaşıyorlar… Elbette herkes değil… Ama mutsuzluk endeksi ölçümlerinde üst sıralardayız.
Endekslerde üst sıralarda olmamız diğer taraftan bizi bitiriyor da… Burada noktadan hareketle bir menkıbe anlatmak istiyorum: Eski zamanlarda âmâ bir adam varmış. Gözlerinin açılması için gitmediği hekim kalmamış.
Ama çare bulamamış. Günün birinde ona bir salih kişiden bahsederler, onunla görüş, belki sana bir çare bulur derler. O da bir yakını ile birlikte o salih zatı bulur. Bu zat âmâya der ki; “Hayatta derdi olmayan bir kişi bul.
Onun elbisesini gözüne sür der. İnşaallah gözlerin açılır” der. Âmâ kime gittiyse dertsiz insan bulamaz. Zengine fakire herkese uğrar, yollara düşer, divanece dolaşır, ama nafile.
Nihayet ona şu dağda yaşayan bir çoban var, ona git derler. Hemen ona gider âmâ. Çobana der ki “Bir derdin var mı? Hayır der çoban hiçbir derdim yok, çok huzurluyum” der.
Bunun üzerine çok sevinen âmâ “O halde bana elbiseni ver de gözüme süreyim, gözüm açılsın” der. Âmâ der ki “Benim hiç elbisem yok” der. (Herhalde alelâde örme bir şey ile edep yerlerini kapatmış) Hayretlere düşen âmâ çaresiz geri döner. İşte huzur, mutluluk arayanlar için bu menkıbede dersler var.
İlk yorum yazan siz olun.